Siyasal yaşantıda solculuk deyiminin ilk olarak, 1789 Fransız Devrimi’nde oluşturulan kurucu mecliste, toplumda değişimden yana olan grupların üyelerinin toplantı salonunun sol tarafında oturdukları için, "Solcu" olarak nitelendirilmeleriyle kullanıldığı bilinmektedir. Solculuk deyimi, sosyo-ekonomik belirli bir düşünce ve öğreti özelliği taşımayıp, daha çok alışılmışın dışında, biraz da o zamana kadar toplumlarda geçerli olan düşünce ve davranışlara aykırı tutumu niteleyen bir anlam taşımaktadır. Bilinen kadarıyla, Dünya’daki saygın üniversiter kurumların ekonomik-sosyal doktrin öğretilerinde solculuk diye bir konu yer almamakta ve okutulmamaktadır.
Fransız Devrimi’nden sonraki dönemlerde, hemen tüm topluluklarda, yönetimde olan tutucu-çıkarcı kesimlerce kendilerine aykırı gelen düşünce ve yöntemler dışlanmak ve gözden düşürülmek amacıyla solculuk olarak damgalanılmışdır.Lenin bile karşıtlarını solcu olarak suçlamış, gene bazılarınca, kendilerine uymayan davranışlar sergileyen Troçki, Tito, Mao, Che Guevara da, solcu-bölücü (fraksiyonist) olarak karalanıp dışlanmak istenilmiştir.
Endüstri Devrimi’nden uzak kaldığı için, emekçi sınıfı bilincinin gelişemediği toplumumuzda da, sosyalist düşünce ve eğilimler hep tabu olarak kabul edilmiş ve bireylerin kul-ümmmet niteliğinde kalması için, çağdaş ilerici düşünceler, sosyal-ekonomik özellikleri gözardı edilerek, eğitimsiz halk kitlelerine kötülemek amacıyla solculuk olarak tanıtılmak istenmiştir.Sol ve sağ kavramlarını bir düşünce sistemi değil de, sadece vücudunun sağı ve solu olarak algılayabilen eğitimsiz toplumumuz, gelenek, görenek ve inanç sisteminde de sol yan hep aşağılandığı ve dışlandığı için düzenden yana olanların solcu diye niteledikleri aydın kimselerden sürekli kuşku ve ürküntü duymuşlar, onlardan yana görünmekten bile çekinmişlerdir.
Toplumsal olayları derinliğine ve ileri görüşle değerlendiren "Laik Cumhuriyet"imizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, tümüyle halkçı ve emekten yana nitelikli, kapitalizm ve emperyalizme karşı olan "Anadolu Devrimi" süresinde ve sonrasında solculuk diye bir kavrama değinmemiş, bu yakıştırma niteliğe değer vermemiştir. Atatürk’ün ölümünden sonra gelen yönetimler onun yolundan giderek toplumu eğitmek amacıyla kurulmuş olan "Halkevleri" ve "Köy Enstitüleri"ni geliştirecek yerde, tam tersi bir tutumla, bu kurumları halkın gözünden düşürmek için solculukla suçlayarak aşağılamış ve kapatmışlardır.
Sözde demokrasiye geçişimiz olarak nitelenen 1946 seçimleri ve sonrasında ise yine aynı sığ beyinli politika çığırtkanları, karşıtlarını solculukla karalayıp toplumdaki kavram kargaşasını daha da yoğunlaştırmışlardır. Aslında bedensel varlığı da, emeği de sömürülen toplumumuz, sosyal demokrasiyi gerçek nitelikleriyle algılarsa, politika bezirgânlarının çıkarları zarar göreceği için, sürekli olarak sosyal demokrasi, sanki bozguncu bir kavrammış gibi sunulan solculukla özdeşmiş gibi gösterilmiştir.
Kuruluşundaki amaç Atatürk’ün, "CHP, halkımız için siyasal bir okul olacaktır" tümcesinde belirtilen siyasal parti de, gerçekleri topluma iletme çabası gösteremeyip, karşıtlarının tuzağına düşercesine, giderek toplumdan uzaklaşarak kendilerini ayrıcalıklı sayan çıkarcı yönetimlerin elinde sürekli güven ve güç kaybetmiştir.
Sovyetlerin çöküşüyle yeryüzündeki sosyal-ekonomik dengelerin bozulması ülkemizde de etkisini göstererek, bütün varlıklarını, sözde antikomünist olmak ya da, esir ırkdaşlarımızı kurtarma düşlerine bağlayan siyasal kurumları dayanaktan yoksun bıraktı. Elli yılı aşkın süredir çıkarları bozulmasın diye topluma gerçek sosyal demokrasiyi anlatmayan, çıkarlarına aykırı her şeyi solculukla niteleyen ve sadece halkın inancını sömürerek oy almaya çalışanlar aynı yöntemi kendilerinden daha içten ve daha ustaca kullananların karşısında bozguna uğrayınca çaresizlik içinde kaldılar.
Kendilerine milliyetçi-muhafazakâr sıfatını yakıştıran ya da uydurma ortanın solu nitelemesini benimseyen politikacıların bugüne kadar halk kitlelerinin oylarını kapabilmek amacıyla vadettiklerinin daha fazlasını veren bir siyasal oluşum yönetimdeyken, kendilerini merkez-sağ ya da merkez-sol gibi bilimsellik dışı ve bizden başka bir yerde görülmeyen niteliklerle tanımlayan partilerin yeniden ilgi odağı olabilmeleri giderek güçleşmektedir.
Benzer şekilde bugün sosyal demokrat olduğunu söyleyen partilerin düştüğü istenmeyen durumun temelinde de, ilkelerden sapmak, yıllardır topluma gerçek sosyal demokrasiyi anlatmamak ve karşıtları gibi yüzeyel sloganlarla kolayca oy almaya çalışmak kolaycılığı yatmaktadır. Bir kaç oy fazla alabilmek için karşıtları gibi inanç sömürüsü yapmak, din hocalarıyla el ele seçim kampanyaları düzenlemek, "Atatürk İlkeleri" dururken şeyhlerin öğütlerini baş tacı etmek insanı sonunda, aday bulabilmek için karşıtlarının bile dışladığı isimlerden yarar ummaya varacak kadar küçük düşürür. Bu tutumu sürdürenlerin şimdilerde boy göstermekle öğündükleri uluslar arası gerçek sosyal demokrat kuruluşlardan da dışlanmaları yakındır.
Zorunlu olarak küreselleşen Dünya’da, büyüyerek etkinliği artan ekonomik sömürünün karşıtı olarak gelişen toplumsal tepkiler de giderek yerel olmaktan çıkarak uluslar arası bir nitelik kazanmaktadır. Sömürülmeye ve dışa bağımlılığa karşı durmayarak, sömürenlerin yörüngesinde küçük ve geçici kazanımlar peşinde koşup, başkalarının güdümüne giren yönetimlerin en sonunda düş kırıklığına uğramaları kaçınılmazdır."Günümüz Dünyası"nda gelişen olayları gerçek boyutlarıyla algılayabilecek kadar donanımlı olmayan siyasetçilerin elinde kalan ülkemiz, ekonomimiz gibi siyasetini de dış güçlere bırakmış olarak, etkin dış akımların güdümünde, çıkmazlara doğru sürüklenmektedir.
Ülkemizi aydınlığa çıkaracak yolun yakın bir gelecekte bulunması zor gibi görünse de, çözüm yurtsever aydınlarımızın sorunları halk kitlelerine bıkkınlığa kapılmadan anlatmaları ve çıkarcı-işbirlikçilerin gerçek amaçlarının açıklanması görevini kararlılıkla üstlenmeleriyle gerçekleşebilir. Böylece somut gerçeklere dayanarak, siyasetin gerçek amacının, "Halk kitlelerini aldatarak yönetime gelmek" değil, "Halk kitlelerini bilinçlendirip, örgütleyerek doğru yönde yönetmek" olduğunun toplumsal bilince yerleşmesi gerçekleşebilir ve toplum, siyaset bezirgânlarının sömürüsünden kurtarılabilinir.