ŞÜKRÜ ELEKDAĞ           selekdag@hotmail.comŞÜKRÜ ELEKDAĞ selekdag@hotmail.com


AKP’NİN SAHTE ZAFERLERİ ve TÜKİYE’NİN AB ÇIKMAZI

   Türkiye’nin KKTC’ye uygulanan izolasyonlar kaldırılıncaya kadar Gümrük Birliği Ek Protokolü gereğince hava ve deniz limanlarını Rumlara açmaması üzerine, AB Komisyonu, sekiz başlıkta müzakerelerin askıya alınması ve diğer başlıkların da Ek Protokol uygulanmadan kapatılmaması yönünde Avrupa Konseyi’ne tavsiyede bulundu. Konsey bu doğrultuda bir karar aldığı takdirde, bunun sonucu, Türkiye-AB katılım müzakereleri sürecinin Kıbrıs Rumlarının istek ve kaprislerine rehin edilmesi ve Türkiye için AB yolunun tıkanması olacaktır.

   Hükümet, durumun ciddiyetini tam anlamıyla kavramamış görünüyor. Örneğin, Başbakan Erdoğan önce yaptığı sert çıkıştan sonraki açıklamalarıyla tavsiye kararına söyle bir yorum getirdi : “ Sekiz faslın askıya alınmış olmasının müzakere süreci üzerinde bir etkisi olmaz. Çünkü geri kalan 27 başlık üzerinde açılacak müzakerelerin sonuçlandırılması yıllarca sürecektir. Bu süre zarfından da Kıbrıs sorunu için çözüm aranmaya devam edilecektir. Bu bakımdan endişeye mahal yoktur. Müzakereler biraz yavaşlar. O kadar… ”

   Ancak, bu görüş gerçeklere ters düşüyor. Çünkü, Rum tarafı, Komisyon’un tavsiyesinden tatmin olmadığını ve bu nedenle de müzakereleri bloke edeceklerini resmen açıkladı ve “başlıkların açılmasını veto edeceğiz” dedi. Fransa, Avusturya, Danimarka, Hollanda ile Yunanistan’ın ve el altından da Almanya’nın güçlü desteğinden yararlanan Güney Kıbrıs’ın, Türk tarafından isteklerini elde edinceye kadar müzakere sürecini tümüyle dondurmaya niyetli olduğu açık seçik ortada.

   Bu söylediklerimizden çıkan sonuç gayet nettir. Bu da, Komisyon tavsiye kararının Türkiye’yi şu iki seçenek arasında bir tercih yapmaya zorlamasıdır. Birinci seçenek, Türkiye’nin limanlarını Rumlara açmak suretiyle Güney Kıbrıs’ı tüm Ada’nın resmi temsilcisi olarak tanınmasına yol açacak bir süreci başlatması ve bunun ağır sonuçlarına katlanmasıdır. İkinci seçenek de, AB ile müzakerelerin fiilen kesilmesine yol açacak bir durumu kabul etmesidir.

GÜNÜ KURTARMA VE SAHTE ZAFERLER İLANI UĞRUNA…

   Bu duruma nasıl gelindi? Karşılaşılan bu çıkmazın esas nedeni, AKP Hükümeti’nin 2003’ten bu yana, AB ile ilişkilerinde günü kurtarmak ve Türk halkına sahte zaferler ilan etmek uğruna olmadık ödünler vermesinden ve sorunları devamlı ertelemiş olmasından kaynaklanmıştır.

   Kıbrıs’a ilişkin bu tavizlerin ilk tescil edildiği belge, 17 Aralık 2004 AB zirvesi kararlarıdır. Bu belgenin AKP Hükümeti tarafından büyük bir zafer olarak ilan edildiği ve Kızılay’da yapılan törende zaferin gündüz vakti atılan havai fişeklerle kutlandığı anımsanacaktır. Sözkonusu belgedeki bu taahhüt Devlet Bakanı Beşir Atalay tarafından imzalanan mektupla pekiştirilmiştir. Pek büyük bir ayıbı ve ulusal çıkarlarla çelişen bir taahhüdü içeren bu mektup bugüne kadar açıklanmamıştır. Bilahare Sayın Abdullah Gül de 29 Temmuz 2005 tarihinde imzaladığı Ek Protokol ile Türkiye’nin Rumlara limanlarını açacağını teyit etmiştir. Hükümet, ayni gün açıkladığı bir deklarasyonla Ek Protokol’ün imzalanmasının Güney Kıbrıs’ı tanıma anlamına gelmediğini bildirmişse de, AB, 21 Eylül 2005 tarihinde bir karşı deklarasyon yayınlayarak Türk Hükümeti’nin deklarasyonunun hiçbir hukuki değer taşımadığını vurgulayarak Ek Protokol’ün gereklerinin 2006 yılı zarfında yerine getirilmemesi halinde Türkiye’ye yaptırımlar uygulanacağını açıklamış ve Türkiye’nin Kıbrıs Rum Yönetimini en kısa süre içinde tanıması talebinde bulunmuştur. Nihayet, AB’nin 21 Eylül 2005 tarihli deklarasyonu, Hükümet’çe 12 Haziran 2006’da kabul edilen Ortak Tutum Belgesi’ne derç edilmek suretiyle Türkiye’ye Rumlara limanlarını açma yükümlülüğü bir kere daha hatırlatılmıştır. Görüleceği üzere, AB Komisyonu tarafından alınan tavsiye kararı bir sürpriz değildir. AKP Hükümeti bu karara gerekçe oluşturan tavizi bundan iki yıl önce 17 Aralık kararları ile AB’ye taahhüt ve o günden bugüne kadar sözkonusu taviz birçok AB belgesiyle teyit edilmiştir. Hernekadar AKP Hükümeti, “KKTC üzerindeki izolasyonların kalkacağı hususunda bize söz verilmişti, bu kısıtlamalar tümüyle kalksın, biz de o zaman limanlarımızı açarız”, diyorsa da, AB buna karşılık olarak, bu hususta Türkiye’ye karşı hiçbir hukuki taahhüdü bulunmadığını belirtmekte ve AKP Hükümeti’nin Kıbrıs’a ilişkin olarak üstlendiği yükümlülüğün yerine getirilmesine bir prensip meselesi olarak bakmaktadır. AB’nin bu katı ve ısrarlı tutumu, Ankara’yı bu hafta ziyaret eden Finlandiya Başbakanı Vanhanen tarafından da teyit edilmiştir.

AB TÜRKİYE’Yİ PES ETTİRMEK İSTİYOR

   Her ne kadar, AKP Hükümeti’nin AB ile ilişkilerin çıkmaza girmesinde affedilmez hataları oluşsa da, AB’nin de bu konuda sütten çıkmış ak kaşık olduğu söylenemez. Nitekim, AB, Kıbrıs sorunu halledilmeden Rum Yönetimi’ni tam üyeliğe kabul ederek hem kötü niyetini hem de basiretsizliğini sergilemiştir. Ayrıca, Kıbrıs sorununun Kopenhag kriterlerinin bir parçası olmadığı ve müzakereler için bir ön şart oluşturamayacağı 1999 Helsinki zirvesinden bugüne kadar Türkiye’ye resmi düzeyde defalarca söylenmiş ve taahhüt edilmişti. Oysa, şimdi bütün bu beyanlar ve taahhütler unutulmuş ve Kıbrıs sorunu ülkemize bir ön şart olarak dayatılmıştır. Türkiye’nin AB’ye girmesini her ne pahasına olursa olsun engellemek isteyen devletler bu sorunu Türkiye’nin AB yolunu kesmek için kullanıyorlar. Bunların başını, Türkiye karşıtlığını fanatik bir ırkçılık düzeyine çıkaran Fransa ve Avusturya çekiyor. Bu koşullarda, Rum tarafının makul ve adil bir çözüme yanaşabileceğini düşünmek abestir. Gerçekler, Güney Kıbrıs’ın, AB’den aldığı destekle Kıbrıs’ın tümü üzerinde egemenlik sağlamayı öngören talebini Türkiye’ye dayatmakta ısrar edeceği ve sonuç alıncaya kadar veto silahını Türkiye’ye karşı kullanarak müzakereleri engelleyeceğini ortaya koyuyor. Rum direnişinin kırılacağını düşünmek hayaldir. Öte yandan, Türkiye-AB ilişkilerini düzenleyen temel belgelerde Türkiye için, diğer aday ülkelerde olduğu gibi, açık ve net bir AB üyeliği hedefi öngörülmemiştir. Müzakerelerin ucunun açık olacağı ve sonucunda üyeliğin garanti edilemeyeceği gibi ifadelerle ülkemizin üyeliğinin niteliği muğlaklaştırılmış, karartılmıştır. Yine bu belgelerde, Türkiye’nin, serbest dolaşım, yapısal yardımlar ve ortak tarım politikası alanlarından dışlanabileceği öngörülmüştür. Nihayet, anılan belgelerle, Türkiye’ye siyasi baskı ve şantaj yapılmasına kapıyı sonuna kadar açan ve müzakerelerin sürüncemede bırakılmasına endekslenen bir müzakere yöntemi oluşturulmuştur.

NASIL BİR STRATEJİ OLUŞTURMALI?

   AB’nin bu belgelerle Türkiye’yi tam üyeliğe değil, imtiyazlı ortaklığa götüren bir yol haritası çizmiş olduğu açıktır. Bu durumda Türkiye, AB ile ilişkilerini yeni bir zemine oturtmak mecburiyetindedir. Bu nedenle Türkiye, AB’den Kopenhag kriterlerini eksiksiz ve mükemmel surette yerine getirdiği takdirde, diğer aday ülkelere yapıldığı gibi kendisine de tam üyelik statüsünün verilip verilmeyeceğini sormalı ve bu hususta resmi bir yanıt talep etmelidir. Bu talebin TBBM tarafından alınan bir karara dayanması bu girişime ağırlık kazandıracaktır. AB’den bu konuda yanıt alınıp Türkiye önünü görünceye kadar ülkemiz açısından en isabetli hareket hattı, AB ile ilişkilerindeki konuların iki gruba ayrılması suretiyle ele alınmasıdır. Birinci grup, AB müktesebatına ilişkin olanları kapsayacaktır. Bu çerçevede, Türkiye, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ile ekonomik, sosyal ve çevreye ilişkin olan alanlarda, hem yasama hem de uygulama açılarından üstüne düşeni en mükemmel şekilde yerine getirmelidir. Reform temposu arttırılmalı, bütün bu alanlarda Türkiye en mükemmel bir performans sergilemeyi bir ulusal gurur meselesi yapmalıdır. İkinci grup ise, müktesebat dışında kalan ve Türkiye’ye ön şart olarak dayatılmaya çalışılan hususlardır. Kıbrıs, Ege sorunları ve Lozan Antlaşması’na ilişkin konular bu gruba dahildir. Kendine net ve tartışmasız bir üyelik hedefi verilmedikçe, Türkiye bu konuları AB ile kesinlikle görüşmemelidir. Bazı çevreler, önerdiğimiz şekilde bir stratejinin Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin kopmasına yol açacağını ileri sürebilirler. Bu doğru değildir. Çünkü Türkiye’nin bu stratejisi, AB ile ilişkilerini sürdürmeyi ve kazanımlarını muhafaza etmeyi öngörmektedir. Bu yaklaşım nedeniyle entegrasyon hızında bir gecikme olabilir. Ancak, Türkiye’nin önünü görebilmesi ve AB yolunda ilerleme motivasyonunu kazanabilmesi için bu ödenmesi gerekecek bir bedeldir.



01.12.2006

Parlametre
Serbest Kürsü

Anket

Türkiye'nin Dış Politikasını Olumlu Seyirde Güçlendirecek Ana Unsur Nedir ?
Yankı Dostluk Platformu
  • Facebook'ta Yankı Dergisi
  • Twitter'da Yankı Dergisi
  • Youtube'ta Yankı Dergisi